zerodegree (Ziyaretçi)
| | UZLAŞMA KİRLENMEKTİR
BABÜR PINAR
Toplumsal uzlaşma; tüm toplumsal alanların gündemini sıklıkla işgal eden bir sorundur. Toplumsal yaşam, toplum üyesi bireye, diğer bireylerle belli eylemlilikleri ve yaşam pratiğini paylaşmayı dayatır. Bu dayatma, birey için geçerli olduğu kadar, toplumsal gruplar, sınıflar ve uluslar için de geçerlidir. Farklı topluluklar ve farklı uluslar da, belli koşullar içerisinde, belli dönemlerde, bir arada yaşam pratiğine girer. Bireyin bireyle, bireyin grupla, grupların gruplarla, belli dönemlerde, sosyal ilişkiler tarafından sınırları çizilmiş belli koşullarda bir arada yaşaması zorunlu olur. Toplumsal yaşam, aynı zamanda, topluluk içerisinde yer alan birey ve gruplarda uzlaşma eğilimi yaratır. Bireylerin toplumsal yaşam gereksinimi uzlaşma eğiliminin maddi zeminini oluşturur.
Bir şeye eğilimin o şeyin gerçekleşmesi anlamına gelmediği de genel bir doğrudur. Bir toplumda yalnızca bir şeye eğilim yoktur. Bir toplumda, sosyal gruplara ve bireylere ait yüzlerce eğilim aynı zamanda vardır ve bu farklı eğilimler birbirine yakın veya zıt da olabilir. Toplumsal yaşam aynı anda yüzlerce eğilimi içinde barındırır. Bu eğilimlerin gücü ve etki alanına bağlı denge durumu, o toplumdaki herhangi bir eğilimin gerçekleşebilirlik olasılığının da sınırlarını çizer.
Toplumsal yaşam, birey ve grupların birbiriyle çatışma durumunu yarattığı gibi uzlaşma eğilimini de yaratır. Farklı yaşam tarzları, farklı alışkanlıkları ve dolayısıyla farklı çıkarları söz konusu olan birey ve gruplardan oluşan bir toplumda çatışmanın varolması kaçınılmazdır. Öncelikle; her bireyin toplumsal bir varlık olarak kendini yeniden biçimlendirmek ve yaşamını sürdürmek için gereksinim duyduğu maddi, entelektüel yaşam kaynaklarına ulaşma zorunluluğu, bireyin diğer bireylerle çatışmasının zemini olur. Birey maddi varlığını sürdürmenin yanında, entelektüel varlığını da şu ya da bu biçimde ifade etme eğilimi içerisindedir. Bireyin (ya da toplumsal grubun) kendini ifade etme isteği, diğer bireylerin kendini ifade etme istekleri ile çatışır.
Zorunlu bir araya gelen bireylerin kendilerini şöyle ya da böyle ifade etmek istemelerinden ve ayrı ayrı yaşamsal çıkarlarını savunma durumlarından dolayı birbirleriyle çatışma içerisine girmeleri, toplumsal yaşamın kaçınılmaz sonucudur. Ancak toplumu oluşturan birey ya da toplumsal grupların birbiriyle çatışma hali, o toplumun yok olmasını da hazırlar. Toplumsal yaşam zorunluluğu ve toplumsal yaşamın, o toplumu oluşturan grupların kendi aralarındaki çatışmayı kaçınılmaz yaratması ve bu çatışmanın, o toplumun parçalanmasına ve hatta yok olmasına yol açması; o toplumda yaşayan birey ve gruplarda uzlaşma eğilimini yaratır. Uzlaşma eğilimi, bu eğilimin maddi ve düşünsel zeminini oluşturan kendi gerçekliğinin zeminini yaratan çatışmayı yok edemez; frenler, en aza indirir. Çünkü çatışmanın nedeni ya da maddi kaynağı; aynı toplumda yaşamak zorunda olan bireylerin (grupların) maddi varlıklarının yeniden üretimi ve maddi entelektüel varlıklarının sürdürülme gereksinimidir. Bu gereksinim, çatışmanın olduğu kadar toplumsal yaşam zorunluluğunun da gerekçesidir. Toplumsal yaşam zorunluluktan doğmuştur. İlk topluluk halinde yaşamın gerçekleşmesinde rol oynayan birleştirici etken uzlaşma değil, insanların bir arada yaşamasını gerektiren maddi zorunluluktur. İnsanın kendi varlığını yeniden üretme zorunluluğu, karşı cins iki bireyin bir araya gelme gerekliliğinin nedenidir. Bu zorunlu birlikte yaşama, aynı zamanda bireylerin çatışmasını da hazırlar, çatışma unsurlarını içinde barındırır. Bireyler arasındaki bu çatışma, bireylerin birlikteliğine dayalı ilişkilerin yok olması ile dolayısıyla birlikteliğin son bulması ile sonuçlanmamışsa ve bu son istenmiyorsa, bireyler arasında uzlaşma eğiliminin doğmasının koşulları oluşur. Çatışma durumunun ve çatışma eğiliminin olduğu yerde uzlaşma eğilimi ve uzlaşma da vardır. Ama uzlaşma eğilimi toplumsal yaşamın ilk nedeni ya da zemini değildir. Toplumsal yaşamda, en az seviyede olsa da çatışma söz konusu olduğu sürece, uzlaşma eğilimi de sürekli var olacaktır. Ancak uzlaşma eğiliminin sürekliliği, uzlaşma pratiğinin sürekliliği anlamına gelmez. Uzlaşma sürekli değil, geçicidir.
Birey ya da grupların çatışmasının bir sonucu olarak ortaya çıktığı anlamda uzlaşma pratiği, gönüllülüğü değil, tahammülü içerir. Uzlaşma sağlanan bir toplumda, uzlaşan birey ve gruplar arasında gönüllü birliğin mevcut olduğundan söz edilemez. Uzlaşmanın geçici karakteri, uzlaşan birey ve grupların birbirlerine tahammülle bir arada var oluş biçimini de belirler. Bir toplumda bireyler ya da gruplar arasında uzlaşmanın varlığından söz etmek; bu birliğin taraflarının karşı duruş gösterebileceğinden ve dolayısıyla tarafların çatışmalı durumundan söz etmek demektir. Aralarında çelişki ve çatışma eğilimi olan bireyler bir arada bulunuyorsa, bireylerin birbirlerine tahammül ettikleri açıktır. Tahammül, sürekli birlikteliği değil, ayrılmayı getirir. Çatışmanın ana gerekçesi, topluluklar arasındaki antagonist çelişkinin var olmasıdır. Çıkarları zıt olan sınıflar arasındaki çelişki çatışmayı zorunlu kılar. Gerçek anlamda çıkarlarını savunur eylemlilik içerisindeki sınıf ve toplulukların aralarındaki çelişkinin niteliği antagonisttir. Yani bu sınıflar var oldukça aralarındaki çelişki de olacaktır. Gerçek çıkarları karşıt iki sınıfın bir arada yaşaması; ezilen sınıfın egemen sınıfa teslim olması anlamına gelir. Kapitalist sistem içerisinde toplumsal barış, ezilen sınıfın egemen sınıf iktidarına biat etmesini ifade eder. Dolayısıyla uzlaşma, eşitler arası bir ilişki değildir; ezilen sınıfın egemen sınıf iktidarına boyun eğmesidir. Toplumsal kirlenmenin ana nedeni de bu boyun eğmedir. Ancak, bir durum olarak uzlaşmanın gerçekleşmesi iki sınıf arasında var olan antagonist çelişkiyi ortadan kaldırmaz. Geçici olan ve çatışmayla sonuçlanması kaçınılmaz bir arada yaşama durumunun antagonist çelişkiyi sona erdirmesi mümkün olamaz.
Toplumdaki çatışmanın dizginlenmesi, frenlenmesi; o toplumdaki bireyler ve toplumsal gruplar (sınıflar, uluslar) arasında uzlaşmanın gerçekleşmesi ile sağlanır. Uzlaşma geçici bir barış sağlar. Ancak uzlaşma, o toplumdaki birey ve gruplar arasındaki çatışmanın kaynağını ortadan kaldıramadığı anlamda geçicidir. Toplumda çatışmanın en aza indirilmesi ve o toplumu oluşturan bireylerin maddi varlığının yeniden üretilmesi; bireyin maddi ve entelektüel yaşamını sürdürmesi için gereksinim duyduğu yaşamsal kaynaklara ulaşmasındaki düzenlemelerin niteliğine bağlıdır. Bu düzenlemenin niteliği toplumdaki çatışmanın niteliğini ve zeminini belirler.
Her uzlaşma, bu uzlaşma eğilimini doğuran çatışma ile ele alınmalıdır. Uzlaşma kendisinin eğilim olarak ortaya çıkaran çatışmadan koparılarak, başlı başına bir sorun olarak ele alınamaz. Uzlaşma eğilimi, bu uzlaşma eğilimini yaratan toplumsal çatışmadan koparılarak “özel” önemde bir sorunsal olarak ele alınırsa, fonksiyonu abartılır ve saçmalığa varılır. İkincil olarak uzlaşma geçicidir; uzlaşmanın sürekli olabilirliğinden söz etmek, uzlaşmayı maddi zemininden kopararak, idealler düzeyine çıkarmak demektir. Bu da uzlaşmayı ahlâki bir sorunsal olarak görmeyi getirir. Üçüncü olarak, her toplumda uzlaşma pratiği kurumsallaşır, toplumsal örgütlenmelerde somut ifadesini bulur.
Burjuva demokrasisinin, bir uzlaşma rejimi olarak, erdeminden söz etmek; uzlaşmayı ahlâki bir sorunsal düzeyinde ele almanın göstergesidir. Burjuva demokrasisi, mülkiyet ilişkilerinde “eşit” olmayan bireylerin, kağıt üzerinde eşitlenmesidir. Bu, burjuva sınıfın, emekçi sınıflar üzerindeki diktasını gizler. Burjuva demokrasisinde sömürücü sınıfın sömürülen sınıfla bir arada yaşaması uzlaşmaya dayalıdır. Bu bir arada yaşama gönüllülüğü değil, bu iki sınıfın birbirine tahammülünü içerir. Bireylerin ya da sınıfların birbirine tahammül ederek bir arada yaşaması erdem sayılamaz. Burjuva demokrasisi, bireylerin üretim ilişkileri içerisinde eşitliğini sağlamaz, aksine bu gerçekliğin üzerini burjuvazi lehine örter. Gerçekliğin üzerini örtmek; sınıflar arasındaki çatışmanın geçici olarak uzlaşmalarla frenlenmesi nedeniyle, siyasi, ahlâki düzlemde içerisine düşülen yozlaşma ve kirliliği görmezden gelmektir. Kuşkusuz her ahlâki yaklaşım gibi bu yaklaşım da gerçeklik karşısında iflas eder.
Burjuva demokrasisi yalnızca burjuvazi için sahicilik kazanır; toplumun çoğunluğunu teşkil eden emekçi yığınlar için diktatörlüktür; kapitalist sömürünün sürdürülmesi için baskı ve ideolojik anlamda rejime rıza olma manipülasyonunu içeren rejimdir. Dolayısıyla burjuva demokrasilerinde özgürlük, adalet, eşitlik kavramları toplumun çoğunluğunu oluşturan sınıf ve grupları uyutan, teselli eden kurumsal ve ahlâki normlar olarak kalır. Kapitalist sistem içerisinde özgürlük, eşitlik, adalet kavramları, dinsel, milli düsturlar ve diğer fetiş değerler gibi emekçi yığınların algılarını uyuşturur.
Burjuva demokrasisi, toplumsal grup ve sınıflar arasındaki çatışmayı frenler, ancak durduramaz. Kapitalist sistem içerisinde işçi sınıfı ile burjuvazi arasında uzlaşma mümkündür; gerçekleşebilir bir durumdur. Uzlaşma sınıflı toplumun gerçekliğidir. Burjuva demokrasisinde varolan sınıf örgütleri bu uzlaşmanın tarafları olarak rol alırlar ve bu konumlarına uygun yapıda organize olurlar. Uzlaşma; egemen sınıf iktidarının, öteki sınıf, grup ve birey tarafından kabulüne dayanır ve bu kabul, egemenliğe rıza göstererek "yaşamsal hakkın" elde edilmesini içerir. Toplumsal uzlaşma iki sınıfın birbirine tahammülüne dayalı olduğu için, erdemli bir durumu değil; kirliliği içeren bir durumu anlatır. Uzlaşma; ikiyüzlülüğe, yalana, ihanete, iftira ve baskıya açık bir durumdur. İşçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki uzlaşmanın kalıcı ve mutlak sağlanabileceği düşüncesi toplumsal gerçekliğe aykırıdır. Tam tersi de doğrudur; işçi sınıfı ile burjuvazi arasında uzlaşmanın hiçbir zaman gerçekleşemez olduğu düşüncesi toplumsal gerçekliği yadsır. Bu yaklaşım da diğer yaklaşım gibi, toplumsal ilişkilerde maddi koşulların belirleyici olduğu gerçekliğini dışlayan ahlâki bir yaklaşımdır. Toplumsal uzlaşma kaçınılmaz gerçekleşen bir durumdur. Ancak her zorunlu durum "iyi" değildir. İnsanlar zorunlu durumu kabullenebilirler. Köleler kölelik düzenine rıza gösterebilirler. Ancak bu toplumsal kabullenme; köleliğin "kölelerin yararına" bir fenomen olduğunu kabullenmek anlamı taşımaz. Köleliği erdem kabul eden bir köle; köleliğe rıza gösteren bir köleden daha fazla kirliliğe batmış demektir.
Egemen sınıflarla emekçi yığınlar arasındaki uzlaşma, istenilir değil iktisadi zorunluluk zeminine oturan bir durumdur. İktisadi alandaki uzlaşma, siyasi alanda da yansımasını bulur. Kapitalist sistem içerisinde, işçi sınıfının küçük burjuvazi ile uzlaşması da olanaklıdır. Kuşkusuz uzlaşmanın gerçekleşmesi, tarihsel, toplumsal bir eylemlilik zeminine oturur. Uzlaşma yapmak için uzlaşma olmaz. Farklı sınıf ve gruplar, kendi sınıf, grup, birey çıkarlarını elde edebilme güçlerine doğrudan bağlı olarak, olabilirlik durumuna rıza gösterdikleri dönemlerde, çatışma dengesinin belirlediği yön doğrultusunda gerçekleşen toplumsal eylemlikler içerisinde uzlaşırlar. Bu uzlaşmanın maddi koşullarının ortadan kalktığı durumda uzlaşmayı sürdürmek, toplumsal çürümeye açık kapı bırakmaktır. İşçi sınıfı ile küçük burjuvazinin uzlaşması belirli bir dönem içerisinde ve belirli sınırlar içerisinde olanaklıdır. Ancak bu uzlaşma da, her uzlaşma gibi geçicidir. Bu uzlaşmanın olabilirliğini reddetmek kadar; sürekli ve mutlak bir şey olduğunu ileri sürmek de yanlıştır; bilimdışıdır.
Bir arada olma sorunu, iki farklı toplumsal siyasi grubun irade birliğinin sağlanmasını ifade etmez. Bu noktada, farklı irade sahibi iki sınıfın uzlaşarak bir arada yaşaması söz konusudur. Karşıt sınıf ve grupların uzlaşmasının, belli bir tarihsel döneme denk düşen eylemlilik içerisinde ve sürece uygun biçimde gerçekleşebilir olduğu açıktır. Uzlaşmanın bir tercih değil; maddi ve toplumsal zorunluluk hali olması, uzlaşmanın "ideal" olduğu iddiasını doğrulamaz. Uzlaşmanın, tüm toplumsal fenomenler gibi zorunlu olması ona özel bir önem ya da erdem kazandırmaz. Sınıflı toplumda savaş, zorunlu bir olgudur. Her ne ad altında gerçekleşirse gerçekleşsin savaş insanlığın ayıbıdır. Bir savaş haklı nedenlere dayansa da erdem sayılamaz. Söylenecek tek şey; zorunlu idi, haklı nedenlerle gerçekleştirildi olmalıdır. Savaş asla insanlığın övünç kaynağı olmamalıdır; çünkü her savaş insanlığın büyük kayıplar yaşamasına yol açar. Savaşı övünç nedeni saymak toplumsal travma belirtisidir. Savaş insanlığın kirlenmesidir. Savaş gibi uzlaşma da kirlenmedir. Toplumsal/ bireysel çatışma ve savaşın; üretim ve mülkiyet ilişkilerinin biçimlenişine doğrudan bağlı ve bu ilişkilerin sonucu olduğu gerçeğinin üzerini örten uzlaşma, büyük bir aldatmacadır, ikiyüzlülüktür. Toplulukların ve bireylerin aynı yöne bakmasının ve gönüllü birlikteliğin gerçekleşmesinin temeli olan maddi ve kültürel eşitliğin tesisini sağlamak yerine, egemen sınıfın sömürüsünü, baskısını yeniden üreten ve dolayısıyla topluluğun üyeleri arasında çatışmaya zemin oluşturan mülkiyet ilişkilerinin sürdürülmesi noktasında uzlaşma; toplumsal kirliliğin temel nedeninin sömürü ve baskı olduğu gerçeğinin üzerini örter.
Kimi sosyalist düşün adamı ve politikacı, uzlaşma sorunsalını maddi köklerinden ve toplumsal olgulara dayalı işlevinden koparak ele alıyor. Çoğu siyasi parti ve örgüt uzlaşmayı siyasi birliklerin gerekçesi ve zemini sayıyor. Birlik için uzlaşmak gerekir düşüncesi çoğu sosyalist partiye egemendir. Dolayısıyla bu yaklaşım; birlik sorununu uzlaşmaya bağladığı anlamda, siyasi birliklerin gerçekleşememesini ahlâki düzleme indirgeyerek çıkmaza düşüyor.
İşçi sınıfının gerçek kurtuluşunun ve sınıf çıkarlarının savunuculuğu iddiası ile ortaya çıkan ve işçi sınıfı iktidarının kaçınılmazlığını öngören sosyalistlerin birliği; tam da bu hedefler doğrultusunda; sosyalist grupların içerisine girdikleri eylemlilik sürecinde gerçekleşebilir. Bu birlik ise; aynı hedefe yönelmiş birey ve grupların, gerçek anlamda bu hedefe yürüyüşü sağlayan eylemlikler içerisinde gerçekleştirdikleri gönüllü bir araya gelişin pratik, teorik ifadesidir. Bu birliği oluşturan birey ve gruplar arasındaki birleştirici çimento, uzlaşma değil; ideolojik, pratik aynılık, dolayısıyla gönüllülüktür. Bir toplumda üretim ilişkileri (dolayısıyla mülkiyet ilişkileri) bireyler ve gruplar arasındaki eşitsizliği ortadan kaldıran ya da en aza indiren bir biçimde düzenlenmiş ise, o toplumda çatışma yok olmasa da en az noktaya iner. Çatışmanın söz konusu olmadığı ya da en aza indirildiği (Bireyin maddi yaşamının yeniden üretiminde çatışma varlığını sürdürebilir.) toplumda uzlaşma da pratik zeminini yitirir ve gereksinim olmaktan çıkar, toplumların ve giderek insanlığın gündeminden düşer. Ortak amaçla bir arada duran ve aynı yaşam biçimini benimsemiş, maddi ve entelektüel zenginlikleri birlikte yaratan ve eşit paylaşan, toplumun ideal-pratik düzenlenişinde ortak normlara sahip bireyler arasında uzlaşma değil, gönüllü birliktelik oluşur.
Sosyalizm, aynı yöne bakan bireylerin, izlenecek yola ilişkin farklılıklarının zenginlik olarak var olma zeminidir. Bu durum, farklılıkların uzlaşması ve bir birini mas etmesini dışlar. Farklılıkların gönüllü bir arada yaşama ve kendilerini ifade edebilme hakkına ve yeteneğine sahip olmaları, kelimenin gerçek anlamıyla demokrasinin ifadesidir. Sosyalist her toplum, parti ve organizasyon bu içeriye sahip olmalıdır; Yoksa o toplumsal ilişki kirlenir ve çürür.
Kuşkusuz böylesi bir siyasi organizasyon içerisinde de bireyler arasında çelişki ve politik çatışma mümkün ve kaçınılmazdır. Ancak sosyalist topluluk içerisinde çelişki ve teorik çatışma, uzlaşma ile frenlenmez. Uzlaşma sosyalist topluluğu kirletir. Sosyalist toplumda, çelişki ve teorik çatışma; bireylerin farklıklarını gözeterek tartışması ve çoğunluğun kararını benimseme ve çoğunluğun, uygulamada, azınlığın var olmasını ve kendini ifade etmesini engelleyici herhangi bir eylemlilik içerisinde olmaması ile çözülür.
Öncelikle belirlemek gerekiyor. Sosyalist topluluk ve örgütlerde de bireylerin arasında çelişki ve çatışmanın kaçınılmaz olması durumu reddederek, üzerini örterek, çelişkileri yok edebileceğini sanmak büyük bir yanılgıdır. Çelişkilerin üzerini örterek sorunu çözmek belli bir süre başarılı olur, ancak sonu kaçınılmaz olarak teorik ve fiziki çatışma ile biter. Sosyalist topluluk içerisinde bireyler ve gruplar arasındaki çelişkiler olacağını yok saymak, topluluk içinde ahlâki normları geçerli kılmaya yol açar. Dolayısıyla bu toplulukta çelişkinin maddi temelini irdelemek ve çözümlemek yerini; bireyler arasındaki çatışmayı, ahlâki kaygılara bağlayarak çözmeye bırakır. Bu topluluk ve örgütlerde her gün ve sıklıkla bireysel eleştiri, özeleştiri (günah çıkarma) yapılır. Örgütler, siyasi organizasyon olmaktan çıkar "papazlar birliğine" dönüşür.
Her sosyalist ( demokratik) toplulukta olduğu gibi sosyalist partide de bireyin kendini ifadesine olanak sağlayıcı politik zemin ve organizasyon gerçekleştirilmelidir. Topluluk içerisinde, topluluk üyesi birey her koşulda düşüncesini özgürce ifade edebilmelidir. Bu engellenemez olduğu anlamda, parti; bireyin kendini ifade edişinin, örgütlülüğün güçlenmesini sağlayacağı biçimde yapılandırılmalıdır. Bu gerçekleştirilmeden, bireyin kendisini ifade etmesini yasaklama, siyasi topluluğun kendi sonunu hazırlamasının yolunu açar. Yasak, çelişkinin büyüyerek patlamasına ve çatışmaya dönüşmesine zemin hazırlar. Oysa bireyin kendini ifade edişinin koşullarını oluşturmanın pratik organizesi; farklılığın, birliğin teorik pratik zenginliği olmasına zemin hazırlar. Kuşkusuz, yasak kolay olandır. Ancak sosyalistler kolay olanı değil devrimci olanı seçmelidir. Sosyalist grup ve bireyler arasında olabilecek ayrıntı noktasında farklılıkları yok etmek doğrultusunda herhangi bir girişimde bulunulmamalı bu farklılıklar zenginlik kabul edilmeli ve yaşamsal pratikle ters düşen farklılıklar süreç içerisinde sönmeye bırakılmalıdır.
Sosyalist birlikteliğin çimentosu ideolojidir. İdeolojik, stratejik birliğin olmadığı bir toplumsal organizasyonda gerçek birlikten söz edilemez. Bu noktada önemle üzerinde durulması gereken nokta şudur; sosyalist topluluğun her üyesi, topluluğun bir araya gelme amacını, ideolojik-stratejik çizgisini içselleştirmiş olmalıdır. Bu noktada aynı yöne bakan birey ve grupların gönüllü birliği söz konusudur. Birey ve grupların gönüllü birliğinin olduğu yerde, bireylerin kendilerini teorik-pratik ifadeleri parti içi demokrasinin bir ayağıdır. Gönüllü birliğin olduğu yerde gerçek demokrasi olanaklıdır. Aynı yöne bakmayan birey ve gruplar arasında önyargı ve kuşku vardır. Kuşku ve önyargı olan bir toplulukta ise bireyler arasındaki çelişki ve düşünsel çatışmanın, karşılıklı yaşam alanlarına ve olanaklarına saldırı ile sonuçlanması kaçınılmaz olur ve bu organizasyonda potansiyel olarak parçalanmanın zemini her zaman vardır.
Parti ilişkileri; genel anlamda toplumun en küçük birimi olan aile ilişkileriyle benzerlik gösterir. Belli bir birliktelik için bir araya gelen iki birey arasında ki ilişki; gönüllülük temelinde olmalıdır. Gönüllülük aynı yöne bakmaktır. Aynı yöne bakmak yoldaşça ilişkinin temelidir. Aileyi oluşturan bireyler birbirinin yoldaşıdır, dostudur. Yoldaşlık, iki bireyin aynı yönde gönüllü bir arada yürümesidir. Yoldaşlığın temelinde sevgi bağı vardır. Aşk ideolojik bir güçtür. Kuşkusuz idealin aynı olması; bireylerin aynılaşması demek değildir. Bireylerin özgürleşerek ve birbirlerinin bireysel ifade etme özgürlüğünü tanıyarak bir arada yaşamaları mümkündür ve bu bireylerin arasında, "uzlaşma" değil; gönüllü birlikteliğe dayalı, aynı ideale yürüme anlamında birlik olma vardır. Birlikteliği oluşturan bireyler, kendi aralarındaki farklılıkları zenginlik kabul etmelidir. Farklılıklara kırılgan ve kuşku ile bakılan yerde gönüllü birlikteliğin çimentosu olan güven ilişkisi sona erer. Birlikteliğin tarafları arasında uzlaşma, bireylerin birbirlerine tahammülünü içerir; dolayısıyla birbirine tahammülle birlikte olma hali geçici durumu ifade eder. Karşılıklı güvene dayalı olmayan ilişkide; karşı tarafın her düşüncesini ve eylemini kendine yönelmiş potansiyel saldırı olarak algılamak bir olgu olarak var olur. Böylesi bir durumda çatışma kaçınılmaz gerçekleşir.
Kuşkusuz birbirine tahammülle sürdürülen ilişki biçimi bir tür yozlaşmadır; kangrenleşmeye yönelen bir travmadır. Güvenin ve gönüllü birlikteliğin sona erdiği ve dolayısıyla bireylerin düşünsel ve eylemsel özgürlük potansiyelinin hasım durum ilan edildiği yerde; bu birlikteliğe son vermek en doğru tavırdır. Bu radikal kopuşun gerçekleşmediği ortamda kokuşma, yaşanması kaçınılmaz bir durum olur. Kapitalist sistemde; toplumsal sistemin hücresi olan aile; toplumsal durumun niteliğini aynen taşır. Kapitalist sisteme egemen olan uzlaşma; aileyi de ayakta tutan normdur. Kapitalist toplumu sarıp sarmalayan kirlilikten ailede nasibini alır. Toplumsal çürümeye rağmen ayakta kalmak için "özel" eylemlilik içerisine giren burjuva rejim; birlikteliği oluşturan bireylerin, boğucu havayı içlerine çekerek aile kurumsallığını sürdürmesi için özel gayret gösterir. Bireylerin yaşam kalitesi; aile kurumunun bekası için feda edilir. Araç amaç haline gelir. Kopuş lanetlenir. Uzlaşma erdem cilası ile bezenerek gönüllü birlikteliğin yerine ikame edilir. Birlikteliğin sürdürülebilmesi için uzlaşmaya taraf olunmasını, zorunluluğu nedeniyle savunan bireylerin bu tavrı olağan sayılabilir. Ancak birlikteliği uzlaşma ile sürdürenlerin, tabiiyet, baskı ve çatışmanın neden olacağı kirlenmeden şikayet etme hakları sona erer.
Yaşamı zengin kılmak için, bireyler arasında gerçekleşen birlikteliğin tek ve biricik ilkesi gönüllülük olmalıdır. Aile kurulurken gönüllü birlikteliği dışlayan ve mas eden her türden etki ve koşul ortadan kaldırılmalıdır. Sağlıklı ve yaşam kalitesini artıran sahici birliktelik, bireylerin özgür iradelerine dayalı gönüllü bir araya gelişleriyle gerçekleşebilir. İnsanların yaşam kalitesini artıran, güvene dayalı birlikteliklerin kurulması için; öncelikle tüm toplumsal birliktelik biçimlerini ve oluşumları, fetiş değer olmaktan çıkarıp; insan ilişkilerinin düzenlenişinin aracı durumuna getirmek gereklidir. Araç örgütlerin ve değerlerin tümü fetiş olmaktan kurtarılmalıdır. Toplumsal araç vasfındaki birliktelik biçimleri insan yararına olmaktan uzaklaştığı ve birlikteliği sürdürmek taraflara zarar verir konuma geldiği anda, her ne ad altında olursa olsun her türlü birliktelik sona erdirilmelidir.
Ailede olduğu gibi, insanın insanca yaşamasının aracı olma iddiasıyla oluşturulan tüm toplumsal ilişki biçimleri ve organizasyonlar için de aynı ilişki tarzı egemen düstur ve eylem olmalıdır.
Aynılar aynı yerde; ayrılar ayrı yerde yer almalıdır. Sağlıklı birlikteliğin temel düsturu budur. İdeolojik ve dolayısıyla yaşamsal amaçları farklı olanları aynı çatıda altında uzlaşarak bir arada tutma gayreti abesle iştigaldir.
Farklılıklarının farkına varma yeteneğinden yoksun olan ve hasbelkader bir araya gelerek birliktelik oluşturan bireylerden oluşan topluluk ve örgütlerde, gönüllü birliğin oluşması olanaksızdır. Kuşkusuz bu topluluklarda, birey ve grupların kendisini sağlıklı ifade etmesi gerçekleşemez. Dolayısıyla sağlıklı kendini ifade etmeme, bireyler arası tartışmanın da sağlıklı olmamasını getirir. Bu da, teorik üretimin sağlıksızlığı ve topluluk içi demokrasinin gerçekleşmemesi demektir. Herkesin entelektüel ve siyasi ( pratik) yaşam hakkını özgürce kullandığı bir toplumun oluşturulması için; topluluğu oluşturan bireyler, ileri derecede toplumsal bilinç düzeyine erişmiş olmalıdırlar. Bunun gerçekleşmesi için de; bireylerin düşünce ve eylemlerini özgürce ifade etme yeteneğini güçlendirici toplumsal ilişkilerin yapılandırılması ön koşuldur. Bu durumun gerçekleşmediği bir toplulukta, bazı bireylerin "olumsuz yönde" ileri çıkarak, birliğin diğer üyelerini etkisiz kılmaları; ötekilerin iradelerini mas ederek birliği kendi lehlerine işletmeleri kaçınılmazdır. Bu toplulukta egemen olan birey ve grubun iradesinin birlikteliğin diğer üyelerince kabulü ve oluşan erke rızası uzlaşma ile sağlanır ve Egemen grubun iradesine tabi olunması istenen ötekine ahlaki normlara uyma telkin ve emri yoğunlaşır.
Bir topluluk üyelerine, ahlâki normlara uymaları için uyarıda bulunuluyorsa, o topluluk ilişkilerinde demokrasinin sahiciliği tartışma götürür Ve topluluğa üye bireylerin de demokrat ya da sosyalist olduğu kuşkuludur. Ahlâki uyarıların çokça yer aldığı kuralların sıkça hatırlatıldığı toplumsal, siyasi örgütlenme içinde, sosyalist yaşamın ve gerçek demokrasinin içselleştirilmiş olmasından söz edilemez. Üyelerine kurallara uymanın sıkça emredildiği toplulukta; emir verenler ve emredilenler statüsü oluşur ve bu ilişki tarzı kurumsallaşır. Bu da o topluluğun hayat damarlarını tıkar.
Diyalektik materyalist yöntemi içselleştirememiş, demokrasiyi yaşam biçimine dönüştürmemiş toplumsal, siyasi örgütlerde; birey ve grupları bir arada tutmak için, davranışların biçimci tanımlanması ve ilişkileri düzenleyici normların ahlâki olması kaçınılmazdır. Ahlaki kurallar; birlikteliğin üyeleri arasındaki uzlaşmanın varlığının ve uzlaşmanın sürdürülebilir kılınma gayretinin var olduğunu ifade eder.
Uzlaşma da toplumsal bir ilişki biçimidir; bir davranış tarzıdır. Uzlaşma kire bulaşmaktır. Ancak, "Kirlenmek güzeldir" denilebilen bir toplumda uzlaşma erdem sayılabilir.
|